Kendini Gerçekleştiren Kehanet
Hiç kendinizle kurduğunuz diyaloğun tonuna dikkat ettiniz mi? Yani, nasıl hitap ediyorsunuz kendinize herhangi bir başarısızlık veya hayal kırıklığı anında?
Diyelim bir mülakatta başarısız oldunuz. Ya da çok daha basit bir örnekle;
yarın pazartesi ve siz erken kalkıp spora gitmeye, ya da erkenden bitirmeniz gereken projeye başlamaya niyet ettiniz. Gece yatarken “yarın kesin başlıyorum” dediniz veeee sonra… olmadı. Benim bu aralar yaptığım gibi mışıl mışıl uyudunuz.
Hiç dikkat ettiniz mi, o iç sesinizin rengine? Benimki eskiden oldukça sertti.
Daha başarılı olabilmek için böyle olması gerektiğine inanırdım. O sesin tonu, taşıdığı duygudan geliyor elbette… Her hatamda “Daha iyi yapabilirdin! Niye böyle hata yaptın? Kaç yaşındasın, o kadar çalıştın…” diyerek kendimi suçlayan bir Birgül vardı. Ama bu, sonra anladığım kadarıyla sağlıktan ilişkilerime kadar hayatımın her alanına epey zarar vermis. Araştırmalara göre, bu tutum, kimseyi, uzun vadede daha iyi bir performansa ya da hayata götürmüyor maalesef. Egomuz, bu tür sert müdahalelere oldukça “atarlı” davranıyor, öyle diyeyim.
Yine araştırmalara göre değişim ve ilerleme —sağlığımızı feda etmeden, uzun vadeli ve hayattan keyif alarak olan türü— kabulle mümkün. Mümkünse koşulsuz olanından. Ve o kendinize gösterdiğiniz sert, şefkatsiz tutum, tabii ki sizin suçunuz değil. Ama değiştirmenin sorumluluğu, evet, yine sizde.
Başarı buysa —örneğin üniversite sınavında dereceye girmek— evet, ben başarılıydım.
Ama ilk tercihimde kazanamayınca ağladım. Sebebiyse aslında babamın ses tonundan ve gözlerini kaçırışından sezdiğim hayalkırıklığıydı. Yıllar sonra, sağlıkla ilgili uzun süre nedenini anlayamadığım ama hayat kalitemi olumsuz etkileyen bir sendromun temellerinin o dönemde atıldığını fark ettim.
Hobi olarak yaptığım dansta bile hata yaptığımda sahnede, kendime hayatı zindan ettiğimi bilirim. Mükemmeliyetçi ailelerde büyümenin karanlık yanı işte tam da bu. Bu yüzden bazı psikologlara göre, “iyinin zıttı kötü değil; mükemmeliyetçiliktir.”
Çünkü insanın kendinden memnuniyetini, hayattan aldığı zevki öldüren bir durumdur bu —
ve uzun vadede beynin gelişimini, dolayısıyla ruh sağlığını da olumsuz etkiler.
Unutmayalım, her yaptığımız seçim —ve o seçimin sürekli tekrarı— beynimizin yapısını etkiler. Beyin bu yapıya göre düşünme biçimini, düşüncelerimiz de ruh halimizi şekillendirir.
Sonra zaten hayat, kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşür.
O yüzden bilge kişi Mahatma Gandhi’nin şu sözü bana hep çok doğru gelir:
“Düşüncelerine dikkat et, sözlerin olur.
Sözlerine dikkat et, hareketlerin olur.
Hareketlerine dikkat et, alışkanlıkların olur.
Alışkanlıklarına dikkat et, karakterin olur.
Karakterine dikkat et, kaderin olur.”
Çok yakından tanıdığım biri, günde bin kere “ben çok şanssız bir insanım” der.
Oysa bizim hayatımıza kıyasla, neredeyse her istediğini elde etmiş, oldukça şanslı biridir.
Ama sanki “şanssız” olduğunu ispat etmeye çalışır gibi yaşar.
Geçenlerde annesinin ameliyatı için hastanedeydik. Sabahın körü, kendisi ameliyatı yapacak doktorun geldiği vakit kahve almaya gittiği için, ameliyattan önce doktorla görüşme fırsatını kaçırdı. Ve o anda deliye döndü:“Bak yine söylüyorum, şanssızım! Bana inanmıyorsunuz ama görün işte!” dedi.
Oysa kendisi de profesör bir doktor ve sabah erkenden doktorun geleceğini hepimizden daha iyi biliyor olsa gerek. Ama işte, “kendini gerçekleştiren kehanet” derken kastedilen tam da bu olsa gerek: Doktor gelmeden kahve almaya gitmeyi seçmesi, şanssız olduğuna dair inancını bir kez daha kendine ispat etmesine hizmet ediyor.
Evet, bu kök inançların çoğu bilinçdışından geliyor. Ve yine evet, büyük olasılıkla bakımveren kişilerden bize miras kalmış oluyor. Bu yüzden bilinçdışı üzerine çalışmak, “kader” dediğimiz yaşam örüntülerine başka bir yerden bakmamıza ve hatta onları çözmemize yardımcı olabilir diye düşünüyorum.